Saturday, February 23, 2008

Papatya Fali

Ogrenci yurdundaki ucuz yemekleri seviyorum. Ingiltere'de yemekleri yaparken tuz kullanmamalarini ise hic sevmiyorum. Yemekle birlikte servis masasindan aldigimiz minik tuz posetinin icinde tuz miktarindan memnunum, ama biber posetinin icinden az biber cikmasini, hele hele, tuzla biber posetlerinin muhteviyatlarinin orantisizligini hic mi hic sevmiyorum.

Odamin buyuk olmasini seviyorum, ama yalnizligi pek sevdigim soylenemez, ozel haller disinda. Yurdumun yerini gercekten cok seviyorum, ama artik yurt hayati icin fazla tecrubeli ve mesgul oldugumu dusunuyorum. Dolayisiyla, zaten Mart ayinin sonunda yurttan cikiyorum (sonunda cikis formunu da verdim). Ev bakmayi seviyorum, ama ev bulamamayi ve yuksek kiralari hic sevmiyorum. Tavsiyelere de acigim.

Okuldaki bolumumu, ve bolum sayesinde epey yeni sey ogrenmeyi seviyorum. Okuldan tumuyle tatmin oldugumu dusunmuyorum. Londra'nin okumak icin iyi bir yer oldugunu dusunmedigimi hatirliyorum. Ama bu gunler de Londra'nin okumak icin de, yasamak icin de, gezmek-tozmak icin de uygun oldugunu hissediyorum.

Ornegin Tate Modern'i seviyorum ama, Battersea'yi daha da cok seviyorum. Westminster'in karsisindan, nehir kenarinda kosarak gecmeyi de epey seviyorum.

Bilgisayarin pilinin omrunu azaltmamak icin, pili cikarip elektrige bagladigimda, yanlislikla elektrik kablosunu cekip, bilgisayara kalici hasar birakacak guc kesintilerini hic sevmiyorum, bunu her yaptigimda da kendime cok kiziyorum. Ama, blogspot'ta da, Gmail'de de yazdiklarini gayet sik araliklarla kaydeden Google kuruluslarina surekli minnettarim.

Selanik'i seviyorum, Atina'yi pek sevmiyorum. Ama Atina'da arkadaslarla gecirilen yaz tatilini cok seviyorum. Aksam yemeginde, Miro'nun bir eserinden bahsederken "gri bir arkaplanin uzerinde siyah bir daire ile nokta gorup de etkilenmem gerektigi cok sacma, ahahaha" diye bagiran Yunanli'nin muhabbetini sevdigimi soyleyemem. Modern sanatin onemli bir kismini seviyorum, ama modern sanattan sadece bir seyler anlamamiz gerektigi icin sevmemiz gerektigini dusunup buna karsi cikanlari sevemiyorum. Esas olarak, Selanik-Atina treninde tesadufen baslayan arkadaslari ise en cok seviyorum.

Adalardan en cok Bozcaada ile Britanya adalarini seviyorum. Buyukada'yi cok sevebilecegimi hissettim ama yeteri kadar bulunmadigim icin, kendisi hakkinda sevgi olceginde yorum yapmaktan simdilik kaciniyorum.

Eskiden iki elimin bas ve isaret parmaklarini birlestirip olusturdugum hacimi buyultup kuculterek, akrabalarim ve yakin cevremdeki insanlari ne kadar cok sevdigimi gosterirdim. Artik arkadaslarim arasinda kimi daha cok sevdigimin hesabini yapmiyorum. Yapiyorsam da bunu kimseye soylemiyorum. Eski kiz arkadaslarim arasinda ise en cok kimi sevdigimin hesabini mutlaka yapiyorum, ve her seferinde, 'saglama'yi yanlis yapiyorum. Aritmetigi ve dort islemi cok seviyorum. Varligimizin, evrenin ve 'kader' dedigimiz seyin, saf bir algoritma ve olasilik hesaplamasiyla olculebilir olma fikrini cok seviyorum. Bu konu uzerine Darren Aronofksy'nin Pi filmini izledikten sonra Sabanci'da bir bilgisayar muhendisi, bir endustri muhendisi arkadasla yaptigimiz gece muhabbetini hatirladikca, universite hayatini daha da cok seviyorum.

Farkli universite kampuslerini gezmeyi cok seviyorum. Sabanci'nin kampusunu pek sevmiyorum. Bogazici'ni kucuklugumden beri cok seviyorum. Eskisehir'de Osman Gazi'yi pek sevdigim soylenemez ama Anadolu Universitesi'ni cok seviyorum. Her seye ragmen sanirim favorim hala ODTU.

Lund'u da bir universite sehri olara benimsiyorum. Oraya 'master' basvurusu yapanlara simdiden hayirlsini temenni ediyorum. Aarhus'u arkadaslarimla seviyorum, sosyal adaletsizligi ile sevemiyorum. "Umit Abi ne yapiyordur simdi, bugun kac pizza satmistir acaba?" diye bazen dusunmekten kendimi alamiyorum. Ost for Paradis'te 'Factotum' seyretmeyi ara sira cok ozluyorum. Kuzeyin sessizligini bazen seviyorum.

Guneyin sicagini ozlemekle birlikte, Ispanyollarin simarikliklarini hic sevmiyorum. Yunanlilar da onlar gibi sonradan zengin olmus olmalarina ragmen, hala Akdenizli tembelliklerini ve hiyarliklarini bizler gibi samimi bir sekilde yasadiklari icin onlari Ispanyollar'a tercih ediyorum. Sirplar hakkinda karisik dusuncelerim var. Ayrica bazen butun bir ulusu genelleyip boyle bir kalemde kestirip atmayi sevdigimi de eminim ki anlamissinizdir.

Samimiyeti seviyorum evet, ama rol yapmayi da seviyorum. Bilincli ve akillica rol yapmanin samimiyetsizlik oldugunu da dusunmuyorum. Yalan soylemeyi sevmiyorum, pek tercih de etmiyorum. Hic yalan soylemiyorum desem sanirim yalan olur.

Horhor'daki kebapcimiz 'Neden Urfa'nin son donemlerde yaptigi zamlari sevmiyorum. Zaten oraya pek gitmiyorum bu yuzden de. Kebaptan sonra once cay icip kunefe yemeyi, sonra da kahve icmeyi seviyorum, sevmeyeni de pek tanimiyorum acikcasi.

Artik elektronik altyapili muzigi kesinlikle daha cok seviyorum. Ama hala cig gitar ve davul gurultusunu ve dolayisiyla kanli canli konserleri tercih ediyor olabilirim. Bu iki muzik janrini bu kadar basit bir genelleme potasinda eritip kiyasladigim ve aralarindaki iliskiyi yok saydigim icin kendimi hafiften kiniyor ama gene de bu satirlari silmiyor/duzeltmiyorum. Zaten, gittigim yonden ayri yere donmeyi de hic sevmemesimdir cok gezen biri olarak.

H2000'i hala Turkiye'deki festivaller icerisinde en tepeye koyuyorum. Roskilde'yi de epey seviyorum, ama Rock Werchter'in line-uplarini daha cok seviyorum. Glastonbury'deki arazinin sahibi adamin 'kisin ineklerim otlarken cadirlarin demir parcalarini yiyorlar' demesi uzerine bu sene sadece organik maddelerle cadir dikilebilecegi fikrini epey guzel buluyorum. Cadir dikme isini de pek seviyorum.

BT (British Telecom) Tower'i seviyorum, Berlin Alexanderplatz'daki Fernsehturm'u daha cok seviyorum. Dubai'deki is ve konut kulelerini sevmiyorum. Favori kulem Galata Kulesi'dir. Kuleye cikip arkadaslarimla kahvalti etmeyi cok seviyorum.

Fatih Akin'in filmlerinde tesadufen olen karakterleri seviyorum. Solino'yu ilk izleyisten sonra, diger izlemelerimde epey hatali bulmustum, muhtemelen Yasamin Kiyisinda'da da oyle olacak, ama gene de bu adamin kurgulamasini seviyorum. Saf bir dille olsa da, hikaye anlaticiligini ise cok seviyorum. Hamburg'da kendisini buldugumda bana 1 saat vakit ayirmis olmasini cok takdir ediyorum, ama muhabbetimizin sonlarina dogru "bence, keske Turkiye Isvicre gibi bir ulke olsa, notr olsa yani, karismasa hic bir ise" diyebilmesine akil sir erdiremiyorum.

Ders calismam gereken su anda, blog yazmayi da seviyorum. Kusura kalmasin kimse ama, sevdigim seyleri yapmama izin verilmemesini sevmiyorum. Ayrica tam bu sirada gelen bir telefonla, daha da cok ders calismam icab eden onumuzdeki saatler icin planimi degistirten ve davetlerine 'hayir' diyemeyecegim arkadaslarimi da en az seytani sevdigim kadar seviyorum. Yok, seytani pek sevmiyorum da, arkadaslarimi cok seviyorum.

Tembelligi seviyorum, ama en cok hareket etmeyi sevdigim icin tembel biri olmadigim izlenimini yaratiyorum. Bu izlenimi de sevmedigimi soyleyemem. Yalniz, mesela bu sabah duydugum hikayeyi sevmiyorum: Ise alim icin Hilton'da bir gecelik kamp kuracagiz, ve butun yaptiklarimizi izleyecekler... Bir yerde gonullu bulunmak icin basvurdugumda yapmacik davranmak durumunda kalmayi sevmiyorum.

Insanlari insanliktan cikarip, saf bir yaris mekanizmasi haline getiren duzeni hic sevmiyorum. Yeni ufak isim olan Urban Age'i seviyorum, Deutsche Bank tarafindan sponsor edilmesini sevmiyorum. LSE'ye gelip, kapagi finans sektorune atmak isteyenlere uzulerek bakiyorum. Sehirleri kuresel piyasaya acip, neo-liberal politikalara alet etme gudusu ile hareket ederken, kendi elestirisini de kendi icinde hazmetmeye calisip sozde 'karsi durustakileri de dinleyen' dusunce kuruluslarini, planlamacilari, danisman kurumlari, hukumetleri ve devlet politikalari midemi bulandiriyor. Bunlara alet olmak ile, 'icine girip gormek, olabilirse etkilemek' cizgisindeik heyecani seviyorum, belirsizliginden korkuyorum, ara sira da kendime kiziyorum.

Kanepede uyumayi seviyorum, arkadaslarin evlerinde kanepede uyuyakalmayi ise cok seviyorum. Misafir agirlamayi da cok seviyorum. Bir gun evden cikip, 3 gun sonra eve donmeyi cok seviyorum. Spontanligi ne kadar cok sevdigimi bircok kisinin bildigini dusunuyorum. Bergen'de 3 saat boyunca yagan yagmurun altinda, dandirik bir bankta, sabah uyandigimda les gibi kokacak uyku tulumunun icinde uyuklamaya calismayi hic sevmiyorum. Bozcaada'da, kalenin orada sabahlayip yildizlari seyretmeyi ise seviyorum.

Bir de, yazmayi cok seviyorum. Ve ayrica, tekrar etmekte kusur gormuyorum ki, kunefeyi de cok seviyorum. Itiraf ediyorum, kucukken hic sevmeyip degerini anlamadigim patlicana ise olup bitiyorum. Yaziyi bitiriyorum. Ayrica bazen bir oturusta 2-3 patlicani da bitiriyorum.

Saturday, February 09, 2008

Hidrellez ozlemi..



Dun ogleden sonraki derse gec girdigimiz yetmiyormus gibi, yarim kulakla dersi dinlerken surekli bir seyler ciziktiriyorduk. Master derslerinde, derse odaklanmadigim ve hazirlanmadigim cok seyrek oldu ama, persembe ogleden sonra haftanin son dersi biraz zorlayici. Lea, Lubnan'la ilgili bir sey cizdi, ve son bir haftadir sevimsiz hava ve o simge cilgin bir ozlem uyandirdi icimde.

6 Mayis gelse de, Hidrellez olsa istedim. Dolunay olsa, Sultanahmet'ten asagiya, guzel, hafif serin ve ruzgarli bir bahar aksaminda Ahirkapi'ya yurusem, gokyuzune baka baka, yokustan asagi, parke yoldan inerken kacirdigim, sektirdigim adimlarda hafif sert dusup kalkip, midemde komik bir turbulans hissetsem diye gecirdim... Bugun 'erken bahar' geldi gene. 4 gun gunes, sonra da 3-4 gun daha parcali bulut var diyor hem de hava raporlari. Berk'le Emre geldiklerinde iyi hava olacak demek ki umariz. Ucarak gelecekler, bir suru CO2 emisyonu demek oluyor bu da, Londra'daki emisyonun yuzde 34'unu olusturan ve valinin ciddi onlemler (en azindan artisi durdurma) politikalari guttugu. Dun sabahki dersin konularindandi. Bir yandan da Ingilizler, Avustralya'ya 4.5 saatte ucan ucak yapacaklarmis. Akli karismis bu milletin. Aslinda pratik adamlar. Arada ikiyuzluluk de var biraz tabii ama, iyi kulp buluyorlar.

Neyse, kafa karisikligi derken... David Cronenberg de yaslanmis, ya da kafasi karismaya baslamis. Sabah biraz tenis antrenmani, ogleden sonra gunesin tadini cikardiktan sonra, aksam '2 super bir film birden' izledik. Prince Charles Sinema'sinda (evet, haha, ucuzcu sinema, bizim Yesilcam gibi, diger salonlarda yeni ayrilan filmler var....) once 'Eastern Promises'i izledik. Londra'da geciyor Cronenberg'in son filmi. Sehir daha da bir guzel gozuktu gozumuze. Ama bu amca, insan psikolojisini cok iyi irdeleyen az hikayeli cok guzel filmler yaptigi gibi (eskilerden Videodrome, yenilerden Orumcek gibi...), kurmacalarda o kadar guclu degil. Film cok guzel, rahat akti, yer yer eglencili idi, yer yer epey siddetli idi ama gerceklikten de bir o kadar uzakti. Mesela, gene biraz hayal kirikligina ugrattigi 'History of Violence' da oyleydi, ama orada baska dikkat edilecek noktalar vardi. Insanin ciplak dogasindaki marjinal noktalara guzelce, cok da etliye sutluye bulasamadan biraz dikkat cekebiliyordu. Bu filmde de biraz bu var, ama kurgusal bosluklar bazi yerlerde o kadar fazla ki, filmi 'iyi' yapmakta zorlaniyor.

Ikinci filmimiz de, gene ayni yerde, sabahtan beri gecirdigimiz, guzel, rahat gunu, hemen yanibasimizdaki Soho'da cilgin atarak bolmektense, 'Sosyalist Isci Partisi' icin 'fundraising' etkinligi olan Sicko'nun gosterimiyle sonlandirmaya karar verdik. Michael Moore, belgeselciliginin icine iyice drama ve oyunculuk da sokmaya basladi. Ama simdi Sicko ayrintisina girmeyecegim. Onun yerine, filmin konusuyla da cok ilgili olan, neoliberallesen ve tum kamu hizmetleri hizla ozellesen ya da ozellesmis Ingiltere'de, hala ucretsiz olan saglik sistemi ve nispeten dusuk masrafli ilac edinme servisi ile ilgili, film oncesi yapilan bir konusma dikkat cekiciydi.

Yakin bir zamanda hastanedeki isinden kovulan 25 yillik hemsire aktivist, Blair-Brown hukumetlerinin, NHS (Ulusal Saglik Sistemi)'i tamamen ozellestiremeseler de, ona destek olan servis sektorlerini (temizlik, yemek, vs..) nasil ozellestirdiklerini, kalitenin de dustugunu, kar amacli sirketlerin az eleman calistirdigini animsatti. Isin daha vahim yani, hastane kadrosunda da kuculmeye, maaslarda kesintilere giderlerken, geri donusu zor kararlarda adim atacaklari zaman, bu kovulan hemsire gibi sesini yukseltenleri isten cikarabilme yetkileri ve bunlari kullanmalari ile ilgiliydi. Thatcher doneminde, 80lerde cikan kanuna gore 'maasta kesinti' hakkinda grev yapmak 'ekonomik grev'e degil 'siyasi grev'e giriyor ve bir kamu gorevlisi bir siyasi grev'e onayak oldugunda, isinden atilabiliyor. New Labor'in bunu kullanmasi ilginc. Muhafazakar yonetimlerin muhafazakar ve neo-liberal politikalarini hayata gecirirlerken, katakulli yapmadan 'olayimiz bu, bu yarar saglayacak' diyerek, milleti yanlis yonlendirip ama en azindan direkt haretekle yaptiklari seyleri, New Labor gibi hukumetlerin 'sosyal tabani kaybedemeyiz, sacmasapan bahaneler uretip, aslinda sanki sosyal politikaya hizmet ediyormus catisi kuralim' deyip urettigi bunun gibi ikiyuzlu politikalar daha da cirkin. Bir yandan 'herkes icin daha iyi isleyen' bir sistem uretiyoruz diye yola cikip, ufak ufak, itiraf edemeyecekleri neo-liberal politikalari bu kiliflara giydirmeleri, 'sosyal demokrasi'nin kotu orneklerinin yaklastiklari sular hakkinda ipuclari veriyor bize. CHP'nin yillardir 'laiklik, cumhuriyetcilik' gibi kiliflara sokmaya calisarak yedirdigi ikiyuzlu, anti-demokratik egilimlerin ne bu diger orneklerden, ne AKP'nin 'demokrasi' kilifina sokup, o ideolojide olsalar dahi bunun dayandigi temelleri inkar edip, uygulama zamani ve yontemi bakimindan da milleti 'itiraz etme hakkini bile tanimayacak kadar hassas' bir konuma getirerek uyguladigi politikanin iticiliginden farki yok. Politika cirkin, bu gunlerde epey cirkin olabiliyor.

Ama hava cok guzeldi bugun. Cok cok guzeldi. Nehir kenarinda guzelce bir yuruyusle 'mellow' gun sona erdi. Gecen hafta nehir kenarinda kumdan heykel yapan gencler gene komur yakmislar, bu sefer kumdan kanepe yapmislar. Yatak yaptiklari an gidip, ben de orada konaklamaya basliyorum, havalar biraz daha da isinip, yildizlar kendini gostermeye baslayinca. 6 Mayis civarlari olabilir, eger hidrellezde Ahirkapi'da sokakta dans edip, sarap icmiyorsam tatli bir esintinin surukledigi bir yerlerde.


Monday, February 04, 2008

Als das Kind Kind war, träumte das Kind von einer Stadt, worüber die Engel flogen, worüber er flog.




Cuzdanimda 2 yil boyunca tasidigim bir kagit vardi, cuzdanimin icinde bir yerlerde. Daha sonra calinan cuzdanimla birlikte kaybolup gitmisti. Bir cizgili defterin ya da bloknotun kosesinden koparilmis ufak bir kagit parcasi. Belki de Kuba'da ya da Sili'deki agaclarin birinden imal edilmis, dunyayi dort bucak dolastiktan sonra yolunu tekrar Latin Amerika'da defter formunda bulmus, ucaga binip Ispanya'ya gelmis, bir valiz veya sirt cantasi ile Kuzey Avrupa'ya ulastiginda, bagli oldugu vucuttan koparilmisti. Uzerine hafif bira da sicramis olma ihtimali vardi elbet. Minik kagit parcasinin bir yuzunde melek kanatlarini ifade eden bir figur vardi. Obur tarafinda da uc farkli dilde yazilmis bir film ismi.. O kagit yolunu bulup Turkiye'ye gelene kadar ve geldikten sonra da epey fazla yer dolasmis, bir suru denizler, ormanlar gormus, mevsimler gecirmis, badireler atlatmisken, sicak bir yaz gunu muhtemelen Ege'nin maki ormanliklarindan birinin icine firlatilip atilmisti cuzdanin ici bosaltildiktan sonra.

Internet'e girdim, BFI (British Film Institute)South Bank'te bekledigim filmin oynadigini tahmin etmistim sanki. BFI South Bank, Londra'daki en guzel sinemalardan biri. Thames nehrinin hemen guneyinde kalan ve son 10 yildir gelismekte olan South Bank (ve devami, yasadigim yer olan Bankside) bati sininrda Waterloo Bridge'den, doguda Tate Modern'a gelmeden hemen onceki Blackfriars Bridge'e kadar uzaniyor nehir kenari boyunca. BFI South Bank'in ozel yanlarindan biri de, bagimsiz sinemaya olan destegi ve tematik veya yonetmen bazli yaptigi toplu gosterimler. Ocak ayinda baslayip, subatin sonuna dek surecek bir secki de Wim Wenders'e ayrilmis.

Bu filmlerden bir tanesini, Alman yonetmenin 1974 yapimi, 'Alice in den Staedten'ini birkac hafta once seyretmistim. New York'ta bir gazete icin calisan Alman gazeteci Phil Winter yeni bir makale icin araba kiralar ve Amerika'yi bir uctan oburune gezer. 1970'ler Amerikasi ve cok genis olmasa da, gayet tatmin edici bir Amerikan panoramasi. Biraz Easy Rider tadinda ama daha cok Jim Jarmusch'un 'Stranger Than Paradise'i estetiginde akan siyah-beyaz goruntuler, Edward Hopper tablolarini andiran yalniz otel ve otoban siluetleri ve bulundugu yerden iyice tiksinmeye baslayan Phil... Elinde makalesi olmadan, ve gazetesindeki patronundan metelik koparamadan Almaya'ya donmeye karar veren Phil, havalimaninda annesine yardimci oldugu Alice ile tanisir. Annesinin yalniz biraktigi ufakligi yanina alip, Hollanda uzerinden Almanya'ya gecen ikili Alice'in anneannesini, Alice'teki tek bir eski fotograf ve minik kizin aklinda kalan anilarla bulmaya calisirlar. Butun bu yolculuk boyunca Phil'e ve bize eslik eden Polaroid kamera once Amerika'nin dogu yakasini daha sonra Almanya'nin, Ruhr ve Westfalen bolgelerini fotograflar durur. Wim Wenders'in yol hikayesine eslik eden fotograflar alabildigine uzanan genis bahceli Amerikan evleri, sahil kasabalarini, Manhattan gokyuzunu, guc santrallerinin bacalarini, parklarda serinlemeye gelen aileleri, gocmen lokantalarini ve Wuppertal'daki monorail'i sergiler. Filmden cikip, saysizi kopruyle donatilmis Thames Nehri'ni, ortasini trenlerin, kenarlarini yayalarin kullandigi yegane koprulerden biri olan Hungerford Bridge uzerinden gecerken 'yol filmlerini' dusundum.

Kendi hayatimdan bir 'road movie' yapiyor olsam icinde mutlaka Almanya'dan bolumler olurdu. Stuttgart'tan Munih'e sicak bir yaz ortasinda otostop cekerken bir yandan polisler, bir yandan sevimsiz kamyon soforleriyle oyalanan genc karakter acilisi yapabilirdi. Sabahin korunde Munih'ten Berlin'e kalkan bir tren, Koln'de karnaval zamaninda sokak sokak yuruyen aylak cocuk, Danimarka'dan Hamburg'a trenle, otobusle ve otostopla gidip gelen yabanci, ve her defasinda Hollanda'ya, Isvicre'ye, Danimarka'ya veya Fransa'ya gectigini, artik sadece sinirin iki tarafinda yudumladigi bugday birasina odedigi fiyat farkindan anlayabilen yasli bir gezgin... Keza Wim Wenders de hayatinin kisa bir doneminde felsefe egitimi almis biri olarak hikayelerinde, akip giden zamanla birlikte akip giden yollar, degisen sinirlar, yikilan duvarlar, muzik vasitasiyla yolculuk eden kuresel etkilesimleri kullanmis. Bazen cok basit siyah-beyaz/renkli ikileminin simgeselliginin gucuyle, bazen de cok basarisiz orneklerine de tanik oldugumuz kafasi karismis karakterlerin olusturdugu corbasal butunsuzlukle (bkz. Million Dollar Hotel. Zaten Bono ile ilgili herhangi bir proje kotarmaya calismasi buyuk kabahat). Velhasil kelam, o kaybettigim kagit parcasindaki melek, dun aksam saf kanatlarini, modern dunyanin en cirkin ve karanlik siyasi ayraclarindan en bilineni (Berlin Duvari) uzerinde cirpti dun aksam ustu...

Der Himmel über Berlin, bilinen baska bir adiyla Wings of Desire ve kaybettigim kagit parcasinda yazdigi gibi ('Las alas del deseo') bir Berlin Road Movies Produktion yapimi. Ne guzel bir tesaduf gibi gorunse de, aslinda bu yapim sirketi Wim Wenders'in tum filmerinin yapimciligini ustlendigi gibi, Zulfu Livaneli'nin Yer Demir Gok Bakir filminin de yapimcisi. Road Movies ve Berlin. Belki de hayatimin son birkac yilinin en iyi ozetlerinden biri bu sihirli bilesimde yatiyor olabilir. Uzerinde melekli figur olan kagit parcasini aldiktan sadece 1 hafta sonra Venedik'te San Marco meydaninda bir dahaki sefere nerede bulusacagimizi konusuyorduk. Berlin! dedi, Dunya Kupasi finalinde. Veya Berlinale'de... Daha hic bulunmadigim Berlin'le ilk duygusal bagim da o zaman kurulmustu. Sadece 1 yaz sonra kendisiyle tanistigimizda da, bu buyuleyici sehrin uzatmali bir sevgiliye donusecegini hissetmistim. Sehire ilk adimimi attigim gun Alexanderplatz'da Fernsehturm'dan Tiergarten'e yurumustum, Siegessäule'nin altinda durup genis ve uzun bulvarlara bakmis, 'yazin ortasinda 7 derece soguk, nasil bir is bu?' diye soylenmistim.

BFI'da filmler genelde tek reklamdan sonra basliyor, seans saatinde reklam girerken salon isiklari karariyor, zaten seansa 2 dakika kala 'son cagri' yapilip seyirciler uyariliyor. Gun icerisinde 300.000 video kamerasi ve sayisiz isaretler ve unlemlerle uyarildigimiz yetmiyormus gibi... Ama en azindan filmlerin saatine baslamasi ve salonda hareket olmamasi acisindan (ve de filmleri araliksiz izleyebilmenin de keyfi de eklenince), durumdan sikayetci degiliz. Zira, tam salon kararirken yerimi bulup oturuyor, ustumu cikariyorum. Reklam bitmis oluyor, kisa jenerigin ardindan, tanidik bir goruntuyle, Siegessäule'yle karsiliyor Wim Wenders'in kamerasi beni. En taze anilarim, hayallerim, hayalkirikliklarim ve duslerimin arasindan geciriyor ilk birkac saniyede ve Berlin'e inmeye hazirlanan bir ucagin icerisinde cikiyor karsimiza melek. Lise hayatimda yapmaya bayildigim seylerden biri, insanlara uzun uzun bakip, o an dusunduklerini, orta ve uzun vadede bulunmak istedikleri konumu ve su an bilincaltinda bu projeksiyonlarin yansimasi olarak, o an yaptiklari olaylarla nasil iliskilendirdiklerini anlamaya calisirdim. Bruno Ganz (yakin zamanda 'der Untergang' ile begendigimiz), kendisi gibi diger meleklerle birlikte insanlarin dusuncelerini, dertlerini dinliyor, omuzlarina hafifce dokunarak dualar, ilahiler okuyor, dertlerine sifa olmaya calisiyor. Kimi zaman da biraz daha ileriye giderek, hayali temaslara giriyor insanlarla. Ben bankta Bogaz'i izleyen, vapurda martilara simit atan ya da Nevizade'de bira yudumlayan 'izlediklerim'in, Ganz'in izledikleri kadar sairane ve derin dusuncelere daldiklarini dusunmezdim. Benimki olsa olsa, "Lola Rennt" tarzi bir senaryoculuktan baska bir sey degildi. Fakat Berlinliler ve Berlin'e gidenler bu tarih ile dolu, bolunmus sehrin hakkini verir cinsten dusuncelere, melankoliye, saadete ve hayallere sahiptirler.

Film boyunca Potsdamer Platz'i, duvar ve muhtemelen savas oncesi Berlin'ini arayan yasli adam gibi, ebediyet oncesi, 'gercek', somut, gecici ama heyecan verici hislere ozlem duyan Bruno Ganz'in oynadigi karakter Damiel de, kendisini hayat verecek aski arayip durur Berlin'in uzerinde. Sehir 20 yili askin bir suredir yasadigi fiziksel bolunmuslugun yavas yavas ustesinden geliyor gibidir. Duvarin uzerinde (tabii Bati tarafinda) graffitiler, karikaturler, yazilar boy boy gorunmekte, yikik binalarin yerini yeni binalar almaktadir. Tabii Alman sehirlerinde, Almanlar icin utanc kaynagi olan yikik kiliselerden Berlin'deki Gedachtniskirche tum ciplakligi ve dehseti ile yerini korumaktadir. Ku'damm civarinda yeni binalar yukselmekte, sehir 19. yy'in sonundaki Altin Cagi'ni animsamaya baslamaktadir. Bir yandan, 10-15 yil sonra tekrar Avrupa'nin en gozde sehirlerinden biri haline gelmeden once son melankolilerini yasarken, oteki yandan underground ve sokak camiasi da mutevazi ama yogun gundemini surdurur. Terkedilmis, yikilmis bir alanda sirkleri Circus Alekan'i kuran, ama maddi sartlardan dolayi, Fransa'ya geri donmek zorunda kalan sirkin trapezci melegi Marion'la da burada tanisir Damiel. Kendisini yasama dondurecek askin kaynagini bulmustur, ve olumle yasamin arasindaki sinira nazire yaparcasina, duvarin icindeki guvenlik bolgesinde, bir No Man's Land alaninda melek arkadasi Cassiel'in kollarinda ebedi canini verir, yerine, kendi kaninin tadina varabildigi yeni varolusuyla birlikte soguk, karli ama acik bir Berlin sabahina uyanir.

Berlin'e 3.5 (bir keresinde sadece ucaga binmek icin birkac saatligine gitmistim) ugramam da cok soguk bir havayla karsilasmistim. Soguk ama net, genelde acik. Ruzgari ile birlikte, yasadiginizi hissettiren, agirligi ile birlikte sizi hazmeden ama ucucu ve hapsetmeyen bir hava. Her ne kadar soguk olursa olsun yurudum Berlin'de surekli. Bazen arayis icinde, bazen aradigimi buldugumu dusunmenin verdigi sevkle, bazen de tamamen rastgele bir aylaklikla. Damiel, Marion'u bulmak icin soguk ve karanlik Berlin gecesini delerken bir postere denk gelir, daha once bir Gotik grubu olan Crime and The City Solution konserinde rastladigi Marion'a, simdi bu reklamini gordugu konserde rastlayacagindan emindir: Nick Cave and the Bad Seeds konseri. Potsdamer Platz'i ve bombalanmis gecmisini arayan, filmin baslarinda, Tiergarten kutuphanesinde tanistigimiz yasliya yardim eden diger melek Cassiel gibi, Damiel'e de yardim eden baska bir karakter vardir filmde, yari gercek, yari hayali belki de. Ilk ucak sahnesinde dusuncelerine tanik oldugumuz film yildizi Colombo rolundeki Peter Falk. Colombo, anneanesinin mutlaka hakkinda bir seyler soyleyecegini bildigi bu sehir hakkinda bircok sey duymus, simdi bir Amerikan dedektifini oynadigi filmin cekimi icin geldigi Berlin'i de en az digerleri kadar gezmekteydi. Colombo, gene Jarmusch'un Stranget Than Paradise'indaki hip karakter Willie veya Wenders'in Alice in den Staedten'indeki Phil'ine cok benzemektedir.

Wim Wenders, Colombo, Cassiel, Damiel, Marion ve yasli adamla birlikte bize Berlin'i gezdirirken, sik sik insanlarin dusunceleri ve Damiel ile Cassiel'in diyaloglari ile de kentin tarih ve sosyal haritasini zihnimizde ciziyor, Tegel civarlarinda kucuk sosyal konut dairelerinde oturan ailelerin cocuklarinin video oyunlarindan, cam kenarinda solan cicege, Berlin Duvari'nin kenarinda bombos bekleyen arazide gezen genclerden Hotel am Zoologischer Garten'in tepesinden atlayarak intihar eden adama dogru yonelterek kamerasini, sehir topografyasini olusturuyor. Berlin'i, duzayak Avrupa sehirlerinden cok farkli kilan seyi minik Spree'si olmayabilir. Sehrin ortasindaki kocaman Tiergarten'in biraz etkisi olabilir, ama Berlin'i ozellikle bugunku ozel Berlin yapan, dikey ve yatay duzlemde farkli uzantilar icindeki mimarisi, imparatorluk Almanyasi ile Bismarck Almanyasi arasindaki degisimden de dramatik olan Dogu ve Bati'nin urettigi enerji ve insa edilmis cografyadir. Sadece binalar, kemerler, anitlar ve heykeller olarak degil; savaslar, bolunmuslukler ve krizlerin urettigi cografya. Wim Wenders, Berlin uzerindeki gokyuzunden kamerasini sallar, melekler kanatlarini cirparken, siyah-beyaz ve renkli tum sahnelerde bu catismalarin gorselligine tanik oluruz.

Damiel, Marion'u Nick Cave'in parcalayici gitarlarinin arasinda bulurken, film boyunca muzik ve sesin kullanimi seyirciyi buyuler. Dualar, ilahiler, kutuphanenin duvarindan yankilanan, U-Bahn hatlarinin ve nehrin uzerinden, duvarin icinden ve altindan dagilan fisiltilar, birbirine karisan sesler ve Berlin'in 'sessiz kaos'u.

Sinemadan ciktim, Londra'da hava soguk, bulutlu ama berrakti. Nehir kenarina acilan kapidan disariya adimimi attim, bir adam saksofon caliyor, nehir kenarinda pazar aksami yuruyenler fisildasiyordu. Sehri, karanligi ve sogugu dinleyerek yurumeye basladim geri, yasadigim yere dogru. Zihnimin arkalarinda hala goruntuler ve sesler akiyor, bu sirada yanimdan gecenlerin konusmalarina belli belirsiz kulak kabartiyordum. Filmdeki, yanilmiyorsam, 'Ayik' ailesi ya da camasirhanede kendi kendine dertlenen teyze gibi Turkce duymayi bekledim belki bir an. Daha sonra tum seslerin ayni harmonide olduguna kanaat getirdim. Thames cekildigi icin, guney tarafinda aciga cikan kumsalda konaklamis, iki gundur kumdan heykeller yapan, yaktiklari atesin etrafinda toplanmis gitarli gencleri ve onlarin fotograflarini ceken turistleri gordum. Nehrin karsisina baktim, arkasinda yukselen gokdelenlere aldirmiyormus gibi gorunen St. Paul's'un tepesinde sehri izleyen melekleri dusundum. Bir bucuk yil once kaybettigim kagidin uzerindeki resmi animsamaya calistim. Disarida yagmaya baslayan yagmur ve soguk havaya bakip baska sehirlerin hayallerini kurdugumuz ani hatirladim. Ben de kendi anneannemi dusundum bir anligina. Daha sonra da butun bu dusuncelerimi okuyan, omzumun kenarina konmus melege fisildadim. Duvarlari, daglari, sinirlari ve okyanuslari asti, kaybolmus kagit parcasina rastladi, yanina onu da aldi, "daha iyi koruyacagim onu ben, merak etme" diyerek cebine koydu, Nick Cave konserine ugradi, Tiergarten duraginin altindaki birahanede mola verdi, soluklandi, sokaktaki kahveciden kahvesini alip Siegessäule'ye dogru tekrar yukseldi. Alexanderplatz'a dogru bakti, ortada duvar kalkmis, Potzdamer Platz'da Sony Center yukselmisti, sehrin guneylerinde bir yerlerde karanlik ve sogugun icinde, huzurlu mezarinda uyuyan Berlinli yasli adam vardi.