Tuesday, July 18, 2006

kocaman şişik lastikler, ve elektriğe bağlı turuncu otobüsler


ortalama gelirin 200 euro olduğu bir memleketin başkentinden bahsediyoruz. sokaklar pis, caddeler geniş; ama trafiğe pek uyan yok. yayalar da alışmış. "istanbul'da mıyım? ama bu kadar fakir olamaz." dik merdivenler ve pazaryeri. sabah bozdurulan 10 euro. akşama kadar iki öğün yemek, bira ve tren için yapılacak alışverişle anca tamamı harcanabilen 10 euro. "nasıl bir ucuzluk bu? nasıl bir fakirlik?" belgrad!?

çıkılan tepeler. 70ler türkiye'sini andıran sarı camlı, yıkık, kirli banka binaları, ama sokağın sonunda eski taş bina. geniş avlulu. somurtan sırplar ve birazdan önünde saat 13.00 sularında schengen vizelerini alabilmek için bekleşen 150-200 ile bakımlı bina avusturya konsolosluğu. belgrad'ın ana ortodoks kilisesi ve güzelleşen bir tarihi başkent. arnavut kaldırımlı sokaklar, efes pilsen sponsorluğunda barlar ve güzel nehir manzarası. yanıma gelip, bunaltıcı sıcağın üzerine yağmaya başlayan yağmurda yüzleri gülen, işlerinin arasında sigara molası veren sevimli sırp teyzeler. yüzü gülen sırplar!! aynı, akşamüstü, somurtan ve 6 kişilik kompartmana girmene izin vermeyen 2 sırp'ın yan kompartmanında kompartmanlarındaki tek kalan yeri paylaşan 5 sevimli sırp gibi.

alışveriş caddesi. hugo boss, benetton, instituto cervantes. canlılık. sadece fakir olmayan bir şehir. tarihinin üzerine modern merkezini de gösteren bir şehir. ve hemen paralelinde cumhuriyet meydanı ve en geniş cadde. durağa yaklaşan garip bir sesle fren yapan otobüs. lastikler de inik gibi. garip bir otobüs. hayır! bir troleybüs! turuncu, sanki en az 30 yıllık ve ileride troleybüs durağı. camları kırık, 50 yıllık tramvaylar, hemen alışveriş caddesinin girişinde.

ve belgrad kalesi! bütün şehri, nehri ve etrafı gören kale. "1456", "törkörü" yazıları. bir zamanlar osmanlılar'ın gelişini bekleyen kale burçları. akşamki konserler için hazırlanan sahneler, ve "balkan müzikleri festivali" için hazırlanan ekip/ekipman. yaklaşan tren saati ve 1.5 saat rötar yapan tren. badanaları akmış, koltuklar neredeyse çürümüş. sabah bankadan çektiğim gıcır sırp dinarları çoktan gitmiş, cebimde 2000 üretimli, hala geçerli ama sadece sirkülasyonda olan eski yugoslav dinarı. beglrad! eski milletleri başkenti, ayakta kalmaya çalışan bir sırbistan'ın başkenti. gülen teyzelerin, somurtan sırpların; arkadaşlık etmeye çalışan; içinde bulunduğu bölgeye kan gölüne çevirmiş, komşularına kan kusturmuş kasapların sırbistanı. ve onun bir garip başkenti.

Monday, July 17, 2006

erasmus


5.5 aylık bir maceradır. kuzeylere çıkmak, 1 ay boyunca +3 dereceyi görememek, 2.5 ay boyunca yağan kar, arada otostop ile `hamburg`'a kaçmak, `david gilmour`'u seyretmektir; geri dönmektir kara çamura, derslerin kitaplarını 1 ay sonra almak, gene de başta okumaları düzenli tutmaya çalışmaktır. sonrası partiler ve içkiler arasında kaybolmaya başlar. bütün koridorda sıkıcı danimarkalılar arasında peru asıllı olanın kapı komşusu olmak, koridorun ilk iki kapısı olarak kapıyı açık bırakmak, insanları odalarına ağırlamaktır. saatlerce süren `x box` oyunlarıdır, sıkıntıdır, beraber yemek yapmak; sürekli ispanyol ve italyanlarla tanışmak (kolaydır çünkü) ama en yakın arkadaş gruplarına gene de gir(e)memektir. o gün tanıştığın danimarkalı arkadaşların evinde kalmaktır (çünkü kar durmuştur ama sürekli yağmur yağar, hava 5 derecedir, ve 7 km. uzaktaki yurduna gecenin 4ünde bisikletle dönmene izin vermezler). sabah içilen ilk çay, ve şehir merkezinde bir danimarkalı öğrenci evinde edilen ilk kahvaltıdır. ilk 2 aydan sonra şehri yadırgamamaya başlamaktır.

1.5 yıl önce oraya yerleşmiş türk pizzacıda iş bulmak, arabayla pizza dağıtırken aylık oda kiranın bir kısmını çıkartabilmektir. `erasmus bursu` yanına kar kalabilir, o pahalı ülkede yaşamayı öğrenebildikçe. "güncel avrupa siyaseti" dersindeki arkadaşınla `kopnehag`'a otostop çekmek, `christiania`dan gerekli alışverişi yapmak, burger king'de yenilen yemekle zehirlenmek, aynı gece `aarhus`a trenle geri dönmek ve ertesi günün tamamını yatakta ölecek gibi hissederek geçirmektir. `istanbul`daki diğer `okuldan: boğaziçi` edindiğin yeni arkadaşlarının gelip sana hasta yatağında bakmasıdır. peru asıllı karşı komşunun gülerek yardıma gelmesi, yan odadaki danimarkalı komşunun somurtarak, kibirli ve ukala bir şekilde yardıma gelmesidir. nisanda güneşin açmaya başlamasıdır. tekrar hamburg'a kaçamak yapmaktır. `rotterdam`daki başka bir exchange arkadaşını ziyarettir. kız arkadaşının danimarka konsolosluğundan vize alamayıp yanına gelemesidir. paskalya sırasında bütün yabancıların ve diğer türklerin dolaşmaya gittikleri zaman küçük şehirde kalan danimarkalılarla yeni arkadaşlıkların kurulmasıdır.

ailenin ziyaretidir. hala çok fazla ısınamadığın şehrin, onların geldiği gün 15 derecede, açık bir havada parlamasıdır, onların tek izleniminin çok güzel olmasıdır. kendi kafasına estikçe grev yapan otobüs görevlileridir. yurda aileyi taksiyle götürmek için verilen 25 ytl'dir; dönüş şans eseri mavi otobüslerle yapılacaktır, hani normalde hiç yüz vermediğimiz. yolun yarısının gelinmesidir, artık alışılmaktadır, son gün düşünülmez henüz. havalar bile daha yeni güzelleşmektedir. mayısın ilk iki haftasının kavurucu sıcağıdır; üniversite kampüsünde yapılan mangal (hem de türk usulü, bir elde rakı bir elde maşa ile) dır. irlandalıların yemekleri çok beğenmesidir ki, günün devamı orada devam edecektir. irlandalı arkadaşlardan birine kopenhag'da rastlamaktır. her partide gördüğün aynı yabancı öğrencileri kampüste görmemektir. haftadan haftaya sıkıcılaşmaya başlayan, "değişim programı öğrencileri buluşmaları"dır. hiç gerçekleşmeye futbol turnuvası, `eurovision`'u 25 miletten insanla beraber izlemektir. derslerin sona ermesi, ödevlerin yazılmaya başlamasıdır.

saçma uygulamalar sonucu 23 mayıs'ta yurttan çıkarılmak ve 3 hafta boyunca (ve bunu takiben 4 hafta daha) evsiz yaşamaktır. diğer türklerin yerlerinde, danimarkalıların evinde, kütüphanede konaklamaktır 3 hafta boyunca ödev yazarken. ödevlere eşlik eden sürekli yağmurdur. sınavların ortasında acıyı `depeche mode` konserinde bir stadyum dolusu insanla çıkarmaktır. haziran 12sinde ödevleri teslim etmek; 14ünde (bkz: iskandinavya/@hergele) turuna çıkmaktır. 12 gün boyunca `isveç` ve `norveç`e bayılmak ve ne kadar ucuza seyahat edilse de paraları da bayılmaktır. dönüşte, eski patrona uğramaktır. bölümdeki arkadaşların verdiği son partide vedalaşmak, `roskilde`de görüşmek üzere ayrılmaktır. eve paketlenen son eşyalarla birlikte bir sırt çanta dolusu eşyayla `roskilde`nin yolunu tutmak ve 1 hafta festivalin tadını çıkarmaktır.

`danimarka`'da son günleri geçirmek, tekrar hamburg'a otostop çekerken peru asıllı dan arkadaşın telefon çağrısıdır. alanya'ya gelişidir bir hafta sonra, veya başka bir zaman seni ziyaret edişi. diğer bütün orada tanıştıklarının verdiği söz gibi. onları beklemeye başlamak olacaktır memlekette.

hamburg'da dünya kupası finallerini seyretmek, `münih`'e uğrayıp `zagreb`teki arkadaşı ziyaret için trene atlamaktır. parklarda içilen biralar, edilen sohbetlerdir son demlerinde. `belgrad`a şaşıp kalmak, `efes pilsen`leri yudumlamaktır kulakta balkan müzikleri eşliğinde. `selanik`e selam geçip memlekete dönmektir oturma izninin sona erdiği gün. akıldaki bir sürü hatırayı ufak bir özetle badanalamaktır. daha bakılacak çok fotoğraf, üzerine düşünülecek/hatırlanacak çok anı, atılacak çok cila vardır bu hikayeye...

selanik

34 derecede bir havada varıyorum selanik'e. makdonyadan yunanistana geçerken, idomenideki hulusi kentmen tipli sınır polisi ne iyi davranmıştı. oturma iznim bugün bitecek ve ben yunanistandan çıkarken saat gece yarısını da geçecek. başka tren de yok. pek sıkıntılı geçecek bir gün.

tren istasyonundan sola dönüyorum, merkeze kadar yürümece. çok sıcak; bir önceki gün bozdurduğum 10 euro yu bütün bir gün harcayabilmek için çok uğraştığım ve sonunda bira da dahil olmak üzere gereksiz alışveriş yaparak fazla dinarlardan kurtulabildiğim belgrad alışverişinde aldığım ekmekler çoktan ezilmiş, su çoktan ısınmış bile. taşımak da ayrı ağır. sokaklar da temiz veya ilginç değil ki. ama olsun, selanik'in de mutlaka göstereceği şeyler olmalı. atatürk ün evini de bulursam ne âlâ! deniz kenarını kat ediyorum; şık ve pahalı cafe'ler. iç sokaklara girdikçe publara, barlara dönüşüyor. eski tip apartmanlar, biraz daha içerilerde güzel dar sokaklar ve eski taş binalar. 4. yüzyıldan kalma, daha sonra bizanslılar tarafından yenilenen, osmanlılar ele geçirdiğinde camiiye çevrilen, ve şimdi o güzelim minarenin etrafını aynı sevilladaki gibi taşlarla örterek tekrar eski kilise görünümünü kazandırmaya çalıştıkları, avrupanın şımarık çocuğu yunanistanda avrupa birliği paraları ile restore edilen o güzel kilise. ve şehrin göbeğinde bir yerde büyük bir kazı çalışması. selanik, beklediğimden de fazla tarih sunmaya başlıyor...

sürekli terleme, arada ufak molalar ve gara tekrar hareketlenmeden önceki yemekten hemen önce gözümü tekrar tepelere dikmişim. ne zaman tepeleri farkettiğimi bile bilmiyorum. o tepedeki tipik 60lar mimarisi betonarme bina. nedense oraya ulaşılmalı. hislerimin gene beni yanıltmayacağını biliyorum. Bergen’de sürekli yağan yağmurda veya granada’da 42 derecede, incir ağaçları ve taze balık kokularının arasından çıkmaya ulaştığım tepeler gibi. çünkü tepeler güzellik vaat eder. etmelidir. hafif zorlayıcı yokuşlar sonrasında tepedeyim. kapalı ama çok güzel bir kilise. betonarme bina biraz daha yukarıda. son tırmanış ve arkada kalan o güzel manzara. deniz hizzasındayken diğer adaları seçememişim bile. ve sağda alabildiğine uzanan şehir, büyük liman ve buradan şimdi seçebildiğim tren garı. solda, selanik kalesi ve sonsuzluğa uzanan sahil şeridi. Izmir’de konak ın arkasındaki o tepeciğe çıktığımda da pişmanlık duymamıştım 2 yıl önce. ve şimdi tekrar istanbul’a nasıl aşık olduğumu da anımsıyorum. yedi tepesi ayrı güzellikte yedikule.

tekrar iniş, güzel bir souvlaki, yanına soğuk bir bira (arka masada içilen ouzonun kokusu çok cezbedici ama tercih edemedim); üzerine ikram edilen dondurma. yakalamam gereken dostluk treni, gözüme girmeyecek bir "sınır sorunu" uykusuz gecesi, ve selanik'i terk ediş. rebetiko ritmleri arasında, güzel birkaç saat geçirdiğim bir memleket; sıcağına, kurağına rağmen.

Saturday, July 08, 2006

Hamburg'dan

bloknotumu karıştırıyorum, neredeyse boş sayfa kalmamış. bugün dışarı çıkacağımda yazacığımı da biliyordum. yoksa, artık el yazısı çok zorlayıcı geliyor. bloknotta bir sürü notlar... asla başlamadığım senaryo notları, daha önce yazılmış ufak günceler, zamanında not aldığım dersler/ödevler veya sinema kulübü için yapacaklar listesi. sonunda boş sayfayı buluyorum.

1.5 yıl önce fatih akın'la tanışmaya geldiğim ilk geziden beri 5. ziyaretim bu. bu yıl ise 4. danimarka'da exchange yaparken, hamburg (kopenhag'ı saymazsak) en yakın büyük kent aarhus'a. türkiye'den direkt olarak ucuza uçulabilen yegane yerlerden. pratik oluşu güzel oluşunun yanında bir artı. görmediğim az yeri kaldı buranın. altona, sternschanze ve st. pauli hala favorilerim. fakat bugün nedense hauptbahnhofun civarına yollanıyorum. son otostop yolculuğumda afgan asıllı fransız bayanın, "hamburg'da bir afgan kasetçisi" (1.8 milyon nüfuslu bir şehirde) arayıp da hakikaten bulduğu o mahalleler. kulağımda o müthiş karizmatik isimli grubun albümlerinden biri: meanwhile back in communist russia. daha önce çok geçtiğim sex shop ların, adana, urfa salonlarıyla birleşik olduğu cadde bu sefer daha alımlı ve canlı. akşam almanya'nın maçı olduğu için mi? hava yaz. ilk defa yazın buradayım. mart ayındaki ziyaretimde, geldiğim gün 30 yılın en büyük kar yağışı karşılamıştı beni; bu sefer ise son 30 yılın en sıcak günü. küreselleşmeyi kimliğimde de hissediyordum zaten, ama "küresel ısınma" ve "iklim dengesizlikleri"ni bu kadar yanımda taşıdığımı farketmemiştim.

ana caddeden bir ara sokağa dalarken, yarı apartman, yarı camii binayı ilk defa görüyorum. şükür,danimarkada tek bir minare bile dikkilmesine izin yok ya. buradakiler daha şanslı hissetmeliler kendilerini. etrafımda bir kez daha en çok konuşulan diller türkçe, afgan ve farsi diller. afrika dillerini belki almanca takip ediyor olabilir. bayraklarda alman üstünlüğü göze çarpıyor hemen. afrika asıllıların işlettiği bir internet cafe nin önünden geçerken, yüksek sesle eğlnen 12-15 adamın arasına dalıyorum. uzakatan korkutucu görümüştü değil mi? kulağımda kulaklıklarım ve küpelerimle özellikle de. gene de epey mütevazi bir görüntüm vardır diyebilirim ama, ve de epey bronzlaşmış bir tenim. zaten bu geçişte hissettiğim tek şey, yayılan mutlu enerji. az önceki sokaklardaki kahvehane önündeki belli belirsiz bulutlu kasvetten de daha güzel.

hemen ardından burnuma gelen güzel koku. kafamı kaldırır kaldırmaz farkediyorum ıhlamur ağaçlarını. istanbul'da doğup büyüdüğüm yer "ıhlamur yolu", berlin'de hayran olduğumuz yer "unter den linden" ama sanki bu terkedilmiş sokağın ismi; en çok hakettiği yere sahip: "lindenstrasse". aynı sokaklardan başka bir meydana doğru geri yürüyüş. adana, urfa, sex kino, lindenbazar, manavlar ve hauptbahnhof. burası hamburg'un göbeği. 5 dakika sonra isterseniz pahalı mağazalarıyla alster'in oraya. istanbul'a dönüş yakın, buraya bir daha yolum ne zaman düşer? hamburg'da yaşanır mı onu da bilmem ya; ama kesinlikle tecrübe edilmeli. burayı sevdiğime eminim.

Friday, July 07, 2006

İskandinavya

soyle bir yolculugun hayal edilebilecegi bir cografyadir iskandinavya:

birkac aydir yasadiginiz ve artik cok da carzip gelmeyen, ufak bir ogrenci sehri oldugu icin nispeten canli ama zaten bulundugu ulke olan danimarka'nin genelindeki gibi zayif cografyasi yuzunden bir Turk icin ozellikle sikici Aarhus'u ; komsu Iskandinav ulkeleri ziyaret icin terk edersiniz. elinize bir Scanrail bileti almisinizdir ki, Iskandinavya'dan almasaniz 2 ay, Iskandinavya (Danimarka)'dan aldiginz icin 15 gunluk gecerlik suresi vardir. Neyse dersiniz, zaten gezecek iki haftam var, bileti de sadece 5 gun boyunca trenlere binebilmek icin kullanabileceksinizdir (aslinda, cogu seyde oldugu gibi, tren biletikonusunda da guvene dayali bir politika izleyen Iskandinav demiryolu konduktorlerini, Scanrail'izin uzerine islemeniz gereken gunleri yazmayarak ya da daha sonra tukenmez kalemle gunu degistirerek, bu yolculuk gun sayisi da pek rahatlikla 5ten 9a cikar).

her zamanki rota Aarhus Kopenhag arasi baslar. Aarhus'ta birkac aydir, isyan ederek, merkezin disinda yasadiginiz yeri 5 dakika sonra trenle gectikten sonra, sehri yavas yavas terk edersiniz. kisin ilk gelindiginde, bogaza kadar ceketler, ve tamamini kar kaplamis alcak ovalar tekrar manzaraya girmistir bile. birkac uyuklama, Danimarka'nin anakarasindan once Fyn parcasina oradan da Zealand'a teknoloji harikasi uzun koprulerle gecis ve 3.5 saat sonra Kopenhag garina varis. Malmö, yani Isvec'e sadece yarim saat bir uzaklik kalmistir. Kopenhag Havalimani'ndan da gecen hatti bir anda turistler doldurugu gibi yarim saatlik Malmö yolculugu 1.5 saatte alinir, ama iste Scanrail yolculugunun ilk duragi Malmö'ye varilmistir.

Malmö ufak bir sehir, fazla bir sey vaat etmez, birkac saat yurunulur, meydanlardan birinde bedava dagitilan sekerlerden alinir (ne zaman seker ihtiyaci olacagi bilinmez), tam o sirada Ispanya'nin Dunya Kupasi seruvenindeki ilk macinda Ukrayna'ya karsi kullandigi penalti izlenir; halk kutuphanesi begenilir, kanocularin antrenman yaptigi golun uzerindeki kopruden ve parkin icinden gecilir; guzel bir ara sokakta, tahta masalarin uzerinde bir Hirvat birasi yudumlandiktan sonra, serinleyen hava ile birlikte; akilda biraz, biraz yesil renklerle tekrar gara yonlenilir. Stockholm'e gidecek gece treninden onceki birkac saati gecirmek icin, tavsiyelere uyulup, pek yakindaki Lund'a yollanilir. Ufak bir universite kenti olan Lund, genc nufusu ile canli olmasinin cok otesinde, tarihi dokusu, ufak evleri, eski ve dar sokaklari; her binasinin ayri bir bahcesi/kampusu olan universite binalari ve aksam saatlerinde yavasca batan gunesin kizilliginin, kiremit rengi kilisenin kirmizisina karistigi, ve az once dinen yagmurun ardindan cikan lacivert goyuzundeki belirgin gokkusaginin renk cumbusunun yaratabilecegi en saf karmasik duygulari birkac saatte tattiran sirin mi sirin bir kent. Tevekelli degil, master icin buradaki universiteye basvurmayi dusunenler var deyip, emektar Aarhus'a ilk gunden "peh be" gondermelerinizi yaparsiniz.




Amerikalilar'in gelip, aptal esprilerle bagira cagira gecenin huzurunu kacirdigi ve sizi, tabii ki haftalar oncesinden rezerve ettikleri yerlerinde oturdugunuz icin kaldirdiklari tek oturmali, 12 yatakli vagonlu gece treni, Isvec'lilerin bile anlayamadigi derecede bunaltici bir havada Stockholm'e getirdiginde sizi, burasinin hakikaten Iskandinavya'nin baskenti oldugunu kesfetmeniz fazla zamaninizi almaz. Adaciklar uzerine kurulu sehrin, en guzel yanlarindan biri, yesili aradiginiz yerde yesili; sehri aradiginiz yerde sehri, tarihi aradiginiz yerde gecmisi, eski evleri, Akdenizvari minik sokaklari, Istanbul/Roma vari ufak tepeleri bulabilmeniz. Stockholm'deki tek gecede Isvec'in maci vardir, ve beklenenden cok daha fazla Dunya Kupasi atesi ile sarilmis Iskandianvlar arasinda ozellikle kupadaki tek temsilci Isvec'te mac seyretmek ayri bir heyecanli gelir. Yol yorgunlugu ile geceyi uzun tutmadan, kanallarin birinin uzerindeki bir geminin icine konuslanmis "sallanan" hostelde besik gibi yataginizda guzel bir uykuya dogru yollanirsiniz. Belki, bu uykudan once biraz gece hayatini kesfetmek icin bakinmisinizdir, ama alkollu ickilerin normalde dahi ozel marketlerde satildigi Isvec'te, fiyatlarin yuksekligi ve kendine asiri derecede ozen gosteren Isvec halkinin gosterisi karsisinda, tanimadik sehirede fazla bir alternatif mekan bulma kaygisi gudecek kadar enerjniniz kalmamistir.

Bir ara Isvec'in son dakika golu galibiyetini korna calarak kutlayan kisilerin, yerli Isvecliler degil buraya goce etmis guneyli/dogulu kanina sahip insanlar oldugunu anlarken; az once icine girip ciktiginiz pahali mekanin onunde eski pusku bir arabayla kornaya basip eglenen bu insanlardan birinin sirtindaki Jaziri (Tunus) formasini gorup tanidiginizda, "Stockholm sendromunu" en derinden yasar, kimlik bunalimi denilen o menem seyin uzerine hostelin yolunu tutarsiniz.

Ikinci gun, keyifli yuruyusler, ve "eski sehir"de hos bir kafede tuttugunuz takim Arjantin'in 6 gollu futbolunu seyrederek gece trenini beklemeye baslarsiniz. Yolculuk kuzeye dogrudur.
Goller ve daglarla cevrili Jamtland bolgesinde, deniz seviyesinden 400 m. yukseklikteki Are sehrine varana kadar, onlarca gol ve nehir asmis, yesile ve maviye doymussunuzdur. Gunu once 680 metreden 1420 metreye, oradan da tekrar 400 metreye tirmanip inme olmak uzere 7 saatlik bir hiking ile gecirir, cigerlere bol bol nefes aldirirsiniz. Aksam, civardaki en yakin buyukce sehire konaklama icin ugradiginizda (Ostersund) hostellerin ve kampinglerin kapali olmasindan oturu ana cadde yururken gordugunuz Turk kebabciya atlarsiniz. Yemek yenir, kebabci dostunuz, gece dukkanin altindaki odada kalabileceginizi soyler. Beraber yolculuk ettiginiz arkadasinizla birlikte, ayaklariniz olmus bir bicimde, mutlu ama yorgun laflamaya baslarsiniz. Aylardir Turk yuzu gormemis kebabci sohbetten hosnutken, bir cumartesi gunu aksami, gelmesi gereken 2 tane calisani saat 12 ye dogru gelmedikce cani sikilmaya baslar. Bunun akabininde saat sabahin 2.30unda 7 saatlik hiking gununun son demlerinde, kendinizi uzerinizde Isvec formasi ile, bir yandan doner keser, bir yandan fritoze patates kizartmasi atar bulursunuz. Saat 4'te alinacak 2 saatlik uyku, bu yasanan ilginc gunun uzerine hafif bir mola olabilir ancak.

Sabahin ilk treni ile Trondheim'in yolunu tutarsiniz. 63 derece enlemindeki kuzeyli Norvec kenti, ulkenin en buyuk 3. sehri olmakla birlikte, Vikinglerin kurdugu ilk buyuk kent ozelligini tasir yaklasik 1000 yil oncesinden. Muhtesem bir fiyordun icine kurulmus, kucuklugumde Sampiyonlar Ligi On Eleme faciasi olarak saatlerce aglamama vesile olmus (Besiktas) Rosenborg takiminin sehri Trondheim; o travmatik deneyimden yillar sonra, mavi gokyuzu, beyaz bulutlar, gunesli ve guler yuzlu insaniyla karsilar. Ufak merkezi, tarihi merkez, modern merkez, universite alani olarak iyi dagilmis; sehrin etrafindaki ufak tepelerden de sehrin tum geri kalani, ve Norvec'in doga harikalarindan olan Trondheim fiyordunun geri kalani izlenir. Aarhus akla gelir tekrar, cografyasi olmayan Aarhus. Malesef, inasnlarin (universite ogrencilerine karsi olmasa da ve de genelde az egitimli kesim tarafindan olsa da) inanilmaz tutucu, yabanci dusmani ve (iktisadi baglamda) asiri milliyetci oldugu Danimarka'dan sonra, Iskandinavya'da "entegrasyon" konusunda ornek gosterilen, nispeten stilci, gosterisci ama tatli Isvecliler ve simdi de hepsinden daha duru gorunen, su gibi, siir gibi (ve daha sanatci) Norvec insanlari... ama gitgide artan hayat pahaliligi, ve artik Norvec'te "fazla"dan "ekstrem" boyutlara ulasmis fiyatlar. Olsundur, Iskandinavya'ya yolunuz cok dusmez.

Trondheim'dan gece treni Oslo'ya ulasirken, yolculugun en onemli anlarindan biri, anlatila anlatila bitmeyen Oslo-Bergen tren hatti yolculugudur. 2200 metre yukseklige tirmanan tren, daima karli daglarin arasindan gecerken nefesinizin kesildigini ve yaz sicaginda pisen vucudunuzun; dag golleri ve 70 metrelik dususlere gebe selalelerin arasindaki yolculukta, atmosfere guclukle ayak uyduruabilidigini hissederseniz. Fotograf makinesinin sarji bitmistir, ama tam da bu senaryo, akilda kalan goruntulerin her zaman en guzel oldugu bir panoramadir. Alman
turistlerin tum treni rezerve edip sizin ayakta kalmis olmaniz degildir sorun. Ancak belki, butun bu guzelligi yil boyu acik olan tren hattindan kisin bembeyaz metrelerce karin icinden gecmediginiz icin uzulmektir sorun olan. Yazin gunesinin isittigi, gunesin dagin arkasinda kaldigi an havanin kisa dondugu bu an da enfes bir andir bu guzelligi doyumsayabilmek icin. Tren tarihi Flam hattinin basladigi Myrdal istasyonunu gecikten sonra, sagda ve solda daglarin dik indigi, koprulerin fiyordlari birbirine bagladigi, lacivertin goz aldigi manzaralar esliginde Bergen'e dogru "alcalmaya baslar." Dunya'nin en cok yagmur alan sehrine gelmeden once sisleri yaran trenin camlarinda su damlalari coktan olusmaya baslamistir bile. Yuzlerce tunelin icinden gectikten sonra, dag eteklerinin, denizle bulustugu, tepelerindeki ormanlara kurulan evlerin, sehrin geri kalanini bir teras gibi izledigi; pazartesi gunu dinmek bilmeyen yagmurda bile canli; taze kokulu Bergen karsilar sizi bu ruya yolculugunun sonrasinda. Kuzeyin dinginliginin merkezine varmisinizdir bile. Kings of Convenience'in veya Röyksopp'un memleketi olmasi sasilacak tesadufler olarak gelmez. Bergen'e adim atan herkes bir sair, bestekar, veya en azindan bir asik olur ilk anda.

Bergen'de gecirilen yagmur dolu 3 gun, ufak sokaklarda kaybolma; exchange icin yapilmayan tercih olarak duyulan pismanlik, "ucuzcu" barda bile 32 Norvec kronu (yaklasik 7 ytl) fiyatinda bira; sirin mi sirin hostelde hos muhabbetler, Dunya Kupasi keyfi, funikuler ile 320 metreye tirmanis, butun bir fiyordun ve Bergen'in manzarasini beklerken 50 cm. ileriye bile goremeden deldiginiz, ve ona odediginiz paraya artik ancak tebessum ile gecebildiginiz sisli macera; bir tirmanma bir inme derken, bisiklet, araba ve tren yolunun birbirini kestigi, heyelan tehlikesi ile karsilayan dag yamaci ve hemen etegindeki gol; rahat insanlar, guzel insanlar, kuzeyli durulugu, kisin depresyonuyla bile gecirilebilecegi hayal edilen anlar, ve Aarhus pismanligi. Kilise kenarinda geceyi disarida uyuyarak gecirme, "ucuzcu" Italyan lokantasindan (sadece take away oldugu icin 8 kron daha ucuz olan) bir tabak taze makarna ve Arjantin-Hollanda macinin hemen ardindan kostura kostura yakalanan gece treni ile Bergen'e veda...

Son haftasonu, tekrar Isvec'te "fucking Amal" a 1 saat, Goteborg'a 3 saat uzaklikta Isvec'in en buyuk golunun kenarinda, Isvecli bir arkadasin ailesinin evinde Isvec'in geleneksel "yaz ortasi festivali"ni kutlayarak gecirilir. Essiz bir doganin icinde, sadece 3-5 evin bulundugu bir koyde, yaklasik 40 misafirin cadirlari ile konaklayarak; hep beraber Isvecce sarkilar soylenerek, yemekler yiyerek ve piyano basinda evin 86lik babaannesinin eserlini dinleyerek gecirilen bir haftasonu. Isvecli ve Hollandali arkadas ile golde kayik ve kurek, 13 derece suda sabah banyosu, gunler sonra temiz yatak, sicak dus ve guzel uykular. Bir yolculugu bitirmenin en guzel yollarindan biri. 5 hafta once yurttan ayrilmis, 3 hafta boyunca; onun bunun evinde kalarak sinavlarini veren, 2 haftadir seyahatte, ve 1 hafta boyunca Roskilde'de yorulacak olan bunyeye tam zamaninda verilen bir hediye.

Aslinda, butun yorgunluguna ragmen, dogasiyla, sehirleriyle, tirmanisiyla, doner kesmesiyle, butun gizemi ve guzelligiyle zaten insani kendinden geciren bir yolculuk hayali Iskandinavya yerli yersiz... yolculuk biter, akillarda bircok resim ve hatira.. dusunulecek cok sey ve hemen tekrar akla gelen ilk sey: "aarhus'un ...." ve biter..